İntihar Psikolojisi ve Çıkış Yolları
Birçok insanın hayatında “bıçağın kemiğe dayandığı” zor anlar olmuştur. Geçmişi hatırlamaktansa aklını yitirenler olduğu gibi, hayatına son vermeyi çözüm zannedenler de olabilmektedir. Tam bu noktada, sorunlarıyla baş edememiş, uçurumun eşiğine kadar gelmiş bir Allah’ın kuluna yardım edebilmek, düşenin elinden tutup kaldırmak ne büyük iştir!..
Geleceğe ait hiçbir umut taşıyamamak, yarına dair siyahtan başka bir renk hayal edememek o denli acı verici gelir ki, böyle bir halet-i ruhiye içerisinde kişi canına kıymayı düşünebilir. Tıpkı zaman zaman rastlandığı gibi...
Bunalımın kaynağı ve türü ne olursa olsun, intihar etmek katiyen bir çözüm sayılamaz. Bu mantıkî bilgiyi, intihara teşebbüs eden birçok kişi de iyi günlerinde tamamen kabul eder.
Lâkin tüm kapıların yüzüne kapandığını, tutunacak bir dalı kalmadığını, yaşama sevincini yitirdiğini düşündüğü anlarda bu mantık çok uzak kalır. O zor zamanlar, o kötü atmosfer doğal olarak kişinin düşünce ve daha da önemlisi inanç sistemini de felç eder, sağlıklı karar veremez.
Düşenin dostu olmak
Toplumda bir tek kişinin bile bu hale gelmesinin sorumluluğu bütün topluma aittir. Hiç kimsenin bu denli ezilmesine izin vermemek gerekir ama bir kere iş bu noktaya gelmişse mutlaka el vermek, düşeni tutup kaldırmak mecburiyetindeyiz.
“Neden canına kıymak istiyorsun?”, “Bu günahı neden işledin?” gibi ham tavırlarla, empatiden yoksun bir anlayışla kişinin yaşadığı koşulları dikkate almaksızın bir insanı yargılamak da sorgulamak da hiçbir surette üstümüze vazife değildir şüphesiz. Amacımız yardımcı olmak olsa bile bu yaklaşımı asla kullanmamalıyız. Kınamak, ayıplamak, aşağılamak ve hatta duyarsız kalmak hakiki bir müslümanın kaçınması gereken tutumlardır.
Allah dostlarını örnek alıyor isek şayet, Hz. Mevlâna’nın o yüreklere ferahlık veren çağrısını hiç hatırdan çıkarmamalıyız: “Gel, ne olursan ol, yine gel..” Ki bu temel düsturu içtenlikle benimsemeyen birinin tasavvuf hâlesi içerisinde yer alabileceği de düşünülemez.
Açmaza düşüren sebepler
Diğer taraftan, kişinin intihar düşüncesinin veya teşebbüsünün sebebine dayanarak, ona hak vermek diye bir durum da söz konusu olamaz. İnsan kendini ne Allah’ın ne de kullarının huzuruna çıkamayacak kadar kötü, günahkâr, kirlenmiş hissetse bile, yegane yardım yine o kapıdan gelecektir. Belki bizler böyle bir hayra vesile olabiliriz, peki ama nasıl? Bu konuda bilgi ve bilinç sahibi olursak, bir insanı belki hayata bağlayabiliriz.
Eşi veya deli gibi sevdiği biri tarafından terk edilme, bir anlık hata ile tüm servetini kaybetme, en sevilen insanların bir anda yitip gitmesi, şeytana uyup çok büyük günahlar işleme, amansız bir hastalığın pençesinde acı çekmeye dayanamama, yoğun değersizlik duyguları ve ümitlerin tükendiği dayanılması zor anlar... Çilelerin hiç bitmeyecekmiş gibi göründüğü, güneşin doğuşuna bile tahammül edilemeyen karanlık sabahlar; böyle zamanlarda ne yapar çaresiz insanlar, ne yapar?
Gelin onlara el verelim.
Beşeriz; mizacımız gereği bir baksanız dünyalara hükmedecek kadar güçlü, bir de baksanız karınca kadar aciziz. Hayatın akışı içerisinde insanı aşındıran azgın sellere, beklenmedik menfi hadiselere uyum sağlayabilecek, incinmeleri karşılayabilecek gücü her zaman bulabilmek mümkün olmayabilir. Eski büyüklerimiz “Düşmez şaşmaz bir Allah’tır!” demişler. Gerçekten de kusursuzluk sadece O’na mahsustur. Allah korusun, ayağa değmedik taş, başa gelmedik iş olmazmış.
Bir manevi destek ihtiyacı
Hal böyle olunca akıllara şu soru geliyor: İnsan nasıl bir manevi donanıma sahip olmalı ki, rüzgâr ne taraftan eserse essin, yine de devrilmesin, ayakta kalabilsin?
İmanın esaslarından birini kadere inanmak, yani hayır ve şerrin Allah’tan geldiğini tevekkülle kabullenmek olarak ifade ediyoruz. Peki öyleyse kişiyi bunalıma sevkeden koşullardan kaçış için yanlış bir yol tercih edildiğinde, nihayetinde yine isyankâr olunan Yüce Yaradan’ın huzuruna çıkılmayacak mı? Başka bir seçenek var mı? Dünyadan kaçışı kurtuluş zannetmek ebedi ızdırabın kapısını açmaz mı?
Bir baba, bir anne, bir eş, bir evlat, bir akraba, bir dost ve hatta ahaliden bir vatandaş olarak herkesin yaşayabileceği zor anlar hususunda çevremize karşı ciddi bir hassasiyet içerisinde olunması gerekir. Tabii ki kendimiz için de öyle.
İnsanı strese sokan, depresyona sürükleyen hayat olayları ve zor dönemler aniden ortaya çıkabileceği gibi, uzun, sancılı bir süreçte de cereyan edebilir. Normal, ruhen sağlıklı bir insan böyle durumlarla karşılaştığında ender de olsa anormal davranışlar sergileyebilir. Halk arasında “cinnet getirme” tabiri bu ani mizaç değişikliğini ve akıl almaz tepkiyi tanımlıyor olsa gerektir.
Bu tür ani bunalım patlamalarında kişi sadece kendine zarar vermekle kalmaz, şuursuzca en sevdiği insanlara bile kıyabilir. Üst üste gelen beklenmedik trajik olaylar bireyde adeta düdüklü tencerede buhar sıkışması gibi yoğun bir baskı oluşturur ve çıkış yolu bulamazsa patlayabilir.
Bu demektir ki sıkıntıları biriktirmeden, bir yandan da hafif hafif harcayalım. Düşünce yapısı olarak hazırlıklı olmak gerekir, ama bu sürekli bir felaket beklentisi şeklinde olmamalıdır.
İlâhide söylendiği gibi; “Kahrın da hoş, lütfun da hoş...” diyebilmeyi bir ömür boyu başarmaya çalışmalıyız. Bunun da yolu hakiki bir tasavvuf mektebinden geçer. Hayat gözümüzün önünden acısıyla tatlısıyla su gibi akar, kullar aciz, kenardan bakar..
Kaş yapayım derken göz çıkarmadan
Bunalım geçirmekte olan bir insanın üstüne üstüne gitmek, tahrik etmek, dalga geçmek, bir bombanın pimini çekmek gibidir. Aslında ne problemi yaşayan kişi ne yapacağını bilmektedir, ne de etrafındakiler öyle bir şey yapacağına inanmaktadırlar. Blöf yaptığını zannederek daha da üzerine gidildiği olur.
Sakın ha sakın, karşıdaki kişinin akl-ı selimi kaybetmemesi gerekir ki, korkulan olmasın... Ölmeyi veya öldürmeyi aklına koymuş, düşünce yapısı bozulmuş bir kişiye güya mani olmak maksadıyla “Hadi yap da görelim, nerede sende o yürek! Ben bu sözleri çok duydum ezberledim artık!” gibi sözlerle hitab etmek, cinneti elim bir faciaya dönüştürür, hem de sayılamayacak kadar az saniyeler içinde akıl almaz hadiseler cereyan eder. Yapan da şaşırır, yaptıran da, bakan da...
Depresyon eğilimli kişilik yapısından söz edilir. Depresif, bunalım geçirmekte olan her kişiye canına zarar verecekmiş gibi olağanüstü bir ilgiyle yaklaşmak hatalı bir tutum olacağı gibi, nasıl olsa tedavi oluyor diye emin olmamak da gerekir. Hatta bazen kullandığı bazı ilaçların yan etkisiyle bile bu ihtimal varlığını korur. Uzun süreli depresyonlarda kişi, özellikle ergenler ve yalnız yaşlılar, hayattan zevk alamadıklarını, ölmek istediklerini sıklıkla dile getirirler.
Sorumlu birer yakın olarak bu sözlerini ciddiye almak gerekir. Aslında bu tür ifadeler, tanımlamalar birer acil imdat çağrısıdır. Etrafındaki insanların kendilerine değer vermeleri ve bir şeyler yapmaları için adeta son yakarışlarıdır. Mutlaka uzman veya psikolog olmanız gerekmez, yardım için gönül gücü göstermeniz yetebilir.
Özel şartları dikkate almak
Canına kıymayı göze alan kişinin psikolojik alt yapısına dair bilgi sahibi olmak ona yapılabilecek yardım ve verilecek destek konusunda bize güçlü ipuçları verir. Onu ikna edecek fikirleri oluşturmamızı ve vazgeçirmemizi kolay kılar.
Çoğu intihar eğilimlinin geri planında yoğun değersizlik ve suçluluk duyguları ile çevresindekilere yük olduğu, acı verdiği hissiyatı mevcuttur. Kendi yaşamına son verme tasarımlarının ana gerekçesi çevresindeki insanların yükünü hafifletmek olabileceği kadar, “Sonunda canıma da kıydırdınız!” gibi ağır bir vicdan azabı ve vebal altında bırakarak onları gizlice cezalandırmak da olabilir.
Kendi kendini ölümle cezalandırmak suretiyle işlediği insanlık dışı suçlarını ve günahlarını temizleme, ailesinin toplum içindeki onurunu kurtarma düşüncelerine de ender de olsa rastlanır.
Birkaç yıl önce bir televizyon kanalında toplumda saygınlığı olan, önemli bir mevkide dinî bir görev yapan orta yaş üzeri bir zatın gizli kamera ile “zinaya teşebbüs” görüntülerine tesadüf etmiştim. O an, sanki memleket kurtarıyormuşçasına görev yaptığını zanneden program yapımcısına bunu nasıl yayınlayabiliyor diye hayret etmiştim. Hadise tabii ki tasvip edilemezdi, ancak bunun milyonlara deşifre edilmesi de en az olayın kendisi kadar yanlıştı ve hatta bir insanlık suçuydu. Hatta adamcağıza bir kadın ile tuzak kurulmuş, o da nefsine ve şeytana uyarak bu tuzağa düşmüştü.
Seçkin bir meslekî camiayı böyle bir zaafla zan altında bırakmayı bu “zavallı” insan nasıl kaldıracak diye düşünmüştüm. “Ya bu diyarı terk eder ya da intihar eder.” demiştim kendi kendime. Evladı-ıyali olayın duyulmasının hemen ardından onu terk etmişlerdi. Nitekim bir iki gün sonra evinde kendini asmış olarak bulundu. Çok yazık!
Herkes suçluydu ama kendisi en az suçluydu. İntiharında en yüksek hisse en yakınlarına aitti. Buna mukabil, onursuzca iki genç kızı katledip, bir müddet sonra cezaevinde intihar eden bir adamın cenazesinin köye götürülüşünü de izlemiştim. Ahali uzaklardan gelen cenazenin köye girmesine dahi tahammül edememiş, ancak karısı tabuta sarılarak gözyaşları döküyordu. Çocuklarının babasıydı, ekmek parası için gurbete gitmiş, ancak şeytana yenik düşmüştü. O kadının karmaşık hislerine rağmen gösterdiği yaklaşım çok manidardı..
İç dünyamızın kurduğu tuzaklar
Aşırı tutkular, yüksek izzet-i nefs duygusu, delikanlılık saplantıları da maalesef umulmadık şoklarla sonuçlanabiliyor. Çılgıncasına sevgiler, marazî aşklar, gayrimeşru ilişkilerin kaçınılmaz sonuçları gençlik intiharlarının önemli bir bölümünü oluşturuyor.
Sevgisiz büyütülen evlatların karşı cinse yönelik tutkuları daha yoğun olabiliyor. Yıllarca hiç tatmadığı şahane bir duyguyu yani sevgiyi bulduğunu zannettiğinde, onu her ne pahasına olursa olsun, sevdiğini ve kendini öldürme pahasına da olsa yitirmek istemiyor.
Delikanlılık takıntısında da benlik algısı o kadar balon ki, genç, terk edilme gibi durumu asla racona sığdıramıyor, kabullenemiyor!
Diğer taraftan, sevilen bir kişinin ardından ne yapacağını bilememe de önemli bir bunalım nedenidir. Eşlerden birinin ölümü, doğrudan cana kıyma şeklinde olmasa bile, yememek içmemek suretiyle kendini bilinçsizce gün be gün yok etmeye neden olabiliyor.
Ancak bu, geride kalanların hiç üzülmemesi, yaslı olmaması anlamına gelmez. Aksine, insanlar makul şekilde ve nispette acılarını yaşamaya fırsat bulabilmelidir. Sessizce ağlayabilmeli, başkalarıyla paylaşabilmeli, böyle davrandıkları için asla hakir görülmemelidir. Duygular dışa vurulabilmeli, bu yapılmak istenmiyorsa kendi kendisiyle paylaşma, yazma yöntemleri denenmelidir.
Acılı durumlarda benzer olayları yaşayanları tanımak, mücadelelerini örnek almak da işe yarayabilir. İşlerin nihaî failini hatırdan çıkarmamak, yani her şeyin yaratıcısı Cenab-ı Hakk’ı unutmamak, bu hatalara düşmemeyi sağlar.
Ne zenginlik, ne düşkünlük...
Bir de zengin mutsuzlukları var. Hayatı para kazanmak üzerine odaklayan bazı insanlar umdukları refah düzeyine ulaştıklarında, tüm hedefleri maddiyattan ibaret olduğu için, manevi bir boşluk içerisine düşebilirler. Çevresi ile irtibatları yüzeysel, tatmin edici olmaktan uzak, “al gülüm ver gülüm” esası üzerinedir.
Uyuşturucu madde bağımlılığı varlıklı insanları bekleyen ciddi bir tehlikedir. Ne var ki, bu insanlar keyif alacaklarını zannederek, aslında mutsuzluklarından kaçabilmek için denize düşüp yılana sarılırlar. Gerçekten de sıkıntılar insanı Rabbine sığınmaya sevk ediyor, varlık ise benlik hissini pohpohluyor.
Dünya nimetleri bizim içindir. Niçin bize ihsan edildiklerini, emanet olduklarını, nasıl sarf edileceklerini İslâm dairesinde şekillendirmedikçe, zenginler için taşınması ağır bir yük, bir tasa kaynağı olması da normal kabul edilmelidir.
İntihar vakalarının belki de en acınılacak olanı, amansız bir hastalığın pençesine düşmüş insanların yaptıklarıdır. Uzun hayaller, canciğer yavrular ve diğer yanda çaresizlik, kolay mı? Buna mukabil, sabır ve tevekkülün ahir alemdeki mükâfatı hiç bu dünya nimetleriyle mukayese edilebilir mi? Çok yaşayan yüz’e kadar yaşıyor, yine yolun sonu görünmüyor mu? Yarın için kimin garantisi var ki?
Şimdi binlerce şükrediyorum, iyi ki bir rehberim, yol göstericim var! En zor anımda, beni tüm sevdiklerimin istemeyerek de olsa kara toprağa teslim ettikleri zamanda o beni yalnız bırakmayacak ya! Bir insan için dünyada Rabbini tanımak, müslüman olarak yaratılmak ve Ümmet-i Muhammed olmaktan gayrı, bir rehberi olmaktan öte nimet olur mu? İyi ki onlar var! Onların gölgesinde olmak, şu bunalım çağlarının en büyük ikramı sayılır.
Gökyüzünde parlak yıldızların kaydığı gibi sevdiğimiz, değer verdiğimiz insanlar da dünyadan geçip gidiyor. Hüve’l-baki... Başka söze hacet var mı?