Tekil mesaj gösterimi
Alt 28 Haziran 2022, 15:42   #1
Çevrimdışı
Zeze - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcıların profil bilgileri ziyaretçilere gizlidir.
Standart Temel Atatürk İlkeleri | Laiklik İlkesi

Temel Atatürk İlkeleri | Laiklik İlkesi

Halifelikle sultanlığı birleştiren teokratik Osmanlı monarşisi, Tanzimat döneminde değişik din ve mezheplerden uyruklarına yasa önünde eşitlik hakkı tanımakla birlikte yıkılana değin din kurumu ve ideolojisiyle iç içe geçmiş bir devlet olma niteliğini korudu. Bununla birlikte, II. Abdülhamid döneminde eğitimin, II. Meşrutiyetle de ulusçuluk akımının ve pozitif bilim düşüncesinin gelişmesi laiklik yolundaki arayışların serpilmesine zemin hazırladı. Bir bölümüyle Balkan ülkesi olmanın ve Batı Avrupa’ya yakınlığın sağladığı temas olanakları da, özellikle büyük kentlerin sosyal ve kültürel yaşamında laik değerlerin yerleşmesine yardımcı oldu. Öte yandan, şer’i hukuk dışında dünyevi kaynaklı örfi hukukun geniş bir uygulama alanı bulduğu Osmanlı topraklarında özellikle Tanzimat’tan sonra laik temelli yeni yasaların çıkarılmasına hız verilmişti. Bu süreç II. Meşrutiyet’te daha da gelişti.

Türkiye’de ulusal devlet ve Cumhuriyet dönemindeki laiklik atılından bu tarihsel mirastan da yararlandı. Ama yeni atılımlar eskileri çok aşan bir sıçrayış niteliğini kazandı. Bir yandan bağımsızlık savaşının ulusal irade ve ulusal egemenlik temelinde oluşan demokratik karakteri, bir yandan da teokratik OsmanlI monarşisinin başı olan halife sultanın olumsuz tutumu, yeni Türk devletinin laik (ulusal) egemenlik anlayışına dayanması için elverişli bir zemin hazırladı. Kurtuluş Savaşı’nın ve yeni rejimin önderi Mustafa Kemal de (Atatürk) gerek yetişme biçimi, gerekse geleceğe dönük tasarıları bakımından köklü bir laikleşmenin temsilcisiydi. Öte yandan, kurtuluş sonrasında siyasal iktidarı ellerinde tutan Kemalist güçlerin, özellikle de Mustafa Kemal’in toplumsal saygınlığı başka konularda olduğu gibi laikleşme alanında da ileri adımlar atılabilmesine yardım ediyordu. Bütün bunların yanı sıra, İslam dininin Batı’da görülen devletten ayrı, bağımsız, kurumlaşmış bir din örgütüne yer vermeyişi, laikleştirme hareketinin örgütlü ve güçlü bir engelle karşılaşması olasılığını azaltıyordu. Sonuç olarak ulusal bağımsızlık ve çağdaşlaşma ekseninde gelişen yeni politikalar devlet, hukuk ve kültürle ilgili alanlarda laikleştirici reformlarla uygulamaya kondu.

Devlet yapısının laikleştirilmesi egemenlik hakkının sahibi ve kullanılışıyla ilgiliydi. Kurtuluş Savaşı günlerinde Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri, TBMM’nin kuruluşu ve 1921 Anayasası’nın kabulü gibi gelişmeler egemenlik hakkının kayıtsız şartsız tek sahibi olarak “millet”i ortaya çıkarmıştı. Bu durum, tanrısal kökenli teokratik egemenlik anlayışının büyük bir darbe yediğini gösteriyordu. Savaşın kazanılmasından sonra saltanatın kaldırılması (1922), cumhuriyetin ilanı (1923), siyasal-dinsel varlığı anlamsızlaşan halifelik kurumuna son verilmesi (1924), aynı yıl Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması devletin temel yapısının laikleştirilmesi anlamına da geliyordu. 1924 Anayasası’nda devletin dininin İslam olduğunu belirten hükmün anayasadan çıkarılması (1928), daha sonra da CHP programındaki laiklik ilkesinin anayasaya konması (1937) bu gelişmeleri tamamlayan halkalar oldu. (Batı’da laikleşmeye öncülük eden Fransa’da bile laiklik ancak 1945’te anayasa ilkesi olacaktı.)

Türkiye’de laiklik klasik Batı modelinden ayrılan önemli bir özellik göstererek devlet dışında özerk bir din örgütlenmesine izin vermedi. Cumhuriyet yönetimi din ve devlet ayrımını benimsemekle birlikte din işlerinin yürütülmesini kendi denetimi altında tuttu. İslam dininde Hıristiyanlıktaki gibi özerk örgütlenme geleneğinin bulunmaması, genellikle siyasal otoriteye yapışık ve hatta Osmanlı örneğinde görüldüğü gibi ona bağımlı kalması Türk laikliğinde devletin dini denetimi altına almasını kolaylaştırdı. Ama asıl önemli etken yalnız devleti değil toplumu da laikleştirmeyi amaçlayan Cumhuriyet yönetiminin, dinin, yenileşme atılından önüne dikilmesine engel olmak konusunda gösterdiği kararlılıktı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na devlet örgütü içinde yer verilmesi gibi (1924) Batı’nın klasik laiklik anlayışına ters düşen bir tercih, dini toplum işlerini düzenleyen bir güç olmaktan çıkarma, onu inanç ve ibadete indirgeme ve bireysellik alanına itme programının da parçasıydı.

Türkiye’de laikleşmenin bir başka önemli boyutunu da hukuk alanında gerçekleştirilen köklü değişiklikler oluşturdu. Dinsel buyruklara uygun kural koyma yükümlülüğünden kurtarılan TBMM’nin kabul ettiği yeni yasalarla (Türk Medeni Kanunu, Türk Borçlar Kanunu, Türk Ceza Kanunu vb) kamu hukuku ve özel hukuk tümüyle laik temellere oturtuldu. Bu arada yargı birliğini bozan Şeriye mahkemeleri de kaldırılarak (1924) gerek hukuk sistemi, gerekse adli örgütlenme alanında laik bir hukuk düzenine geçildi. Kültürel konularda ise temel hedef dinsel dogma ve önyargılardan arındırılmış “laik” yurttaş yetiştirilmesiydi. Laiklik temelinde birleştirilen bir milli eğitim politikası (Tevhidi Tedrisat Kanunu, 1924) bunun en önemli aracı oldu. Medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması ve tarikatların yasaklanması (1924-25), giyim kuşamla ilgili değişiklikler ve özendirmeler, kadın haklan, dil ve alfabe yenileştirmeleri de toplumsal kültürü ulusallaştırma ve laikleştirme çabalannm birer parçasını oluşturdu.

Türkiye’deki laiklik uygulaması kendi özünde birtakım zorlukları taşıyordu. Birincisi İslam dini, din ve devlet ya da din ve dünya işleri ayrımına yabancıydı. Yalnız inanç ve ibadeti değil, toplumsal ve dünyevi ilişkileri de ayrıntılı kurallara bağlayan bir dinin dünyevi alandan uzaklaştırılarak bireylerin vicdanlanna itilmesi kolay değildi. Ayrıca Batı’da Sanayi Devrimi, kentleşme ve burjuvazinin yükselişi gibi olgularla birlikte yürüyen laikliğin, azgelişmiş bir tarım toplumunda kökleşebilmesinin büyük zorlukları vardı. Bu olumsuz etkenlere karşılık kilise benzeri bir kurumun ve Batı’daki gibi bir ruhban tabakasının bulunmayışı, ayrıca radikal laikleştirme programını uygulayan genç rejimin hiç değilse ulusallığı konusunda kamuoyunda bir kuşkunun olmayışı ise kolaylık sağlıyordu. Türk laikliğinin zorluğu kadar sürekliliği de bu olumlu- olumsuz etkenlerce belirlendi.

Çok partili düzene geçilince laiklik uygulamasında yeni verilerle karşılaşıldı.

Siyasal alandaki liberalleşmenin yol açtığı esnekliklerin yanında genel oy mekanizması da dinin siyasal alana geri dönmesine ve siyasal amaçlarla kullanılmasına olanak verdi. 27 Mayıs 1960 hareketine giden yolda 1950’lerde laiklikten verilen ödünler önemli rol oynadı. Buna tepki olarak, laikliği Cumhuriyet’in temel nitelikleri arasında sayan 1961 Anayasası dinin kişiler ve partiler tarafından siyasal amaçlarla kullanılmasını ve devletin temel düzeninin dinselleştirilmesini önleyici kural ve yasaklar getirdi. Bu arada, laiklikle de yakından ilgisi bulunan devrim yasalarının anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceği de hükme bağlandı.

Laikliği Cumhuriyet’in temel ve değiştirilemez niteliklerinden sayan 1982 Anayasasında da benzer düzenlemeler yer aldı. Örneğin, kimsenin devletin temel düzenini din kurallarına dayandırma ya da çıkar sağlama amacıyla dini ve dinsel duyguları kötüye kullanamayacağı (m. 24), siyasi partilerin tüzük ve programlarının laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı (m. 68) belirtildi. Bunların laikliğe aykırı faaliyette bulunmaları ve din duygularını sömürmeleri Siyasi Partiler Kanunu’ndaki ayrıntılı hükümlerle de yasaklandı. Bu kurallara uymayan partilerin Anayasa Mahkemesince temelli kapatılması benimsendi. Öte yandan, devrim yasalarının anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceği (m. 174), siyasi partilerin bunlara aykırı etkinlikte bulunamayacağı kabul edildi. Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı ise görevlerini laiklik ilkesi doğrultusunda yerine getirecekti (m. 136).

Anayasa laikliğin bireysel özgürlüğü ilgilendiren yönünü de din, vicdan ve ibadet özgürlükleri biçiminde güvence altına aldı. Kimsenin ibadete, dinsel törenlere katılmaya, inançlarını açıklamaya zorlanamayacağını, bunlardan ötürü kınanamayacağını ve suçlanamayacağını hükme bağlarken dinsel tören ve ibadetleri 14. maddede gösterilen çerçeve içinde serbest bıraktı. 1982 Anayasasının din kültürü ve ahlak öğretimini ilk ve orta öğretim düzeyinde zorunlu dersler arasında sayması ve bu derslerin uygulamada aldığı biçimler ise, laikliğin özünü oluşturan “devletin herhangi bir dinin savunucusu ve yayıcısı olmaması” ilkesiyle kişilerin vicdan özgürlüğünü zedeler nitelikte görülerek eleştiri ve tepkilere yol açtı. Bu hükmü, Diyanet İşleri Başkanlığfnın “milletçe dayanışma ve bütünleşme”ye hizmet etme görevine değinen anayasa hükmü ile (m. 136) birlikte ele alan bazıları ise, 1980 askeri rejiminin ve 1982 Anayasası’nın din kurumundan ve dinsel inançlardan toplumu birleştirici bir güç olarak yararlanma politikası güttüğü görüşünü ileri sürdüler.

Türk Ceza Kanunu'nun, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ya da hukuki temel düzeninin kısmen de olsa dini inançlara uydurulması amacıyla örgütlenme ve propagandayı yasaklayan 163. maddesi, 12 Nisan 1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile, düşünce özgürlüğünü kısıtlayan öteki maddelerle birlikte yürürlükten kaldırıldı.

  Alıntı